Cemil Meriç’in Medeniyet telakkisi

“Maziyi muhafaza, fakat ayıklayarak; yeniyi kabul, ama seçerek...” 

Cemil Meriç

Giriş

"Başlıca işim düşünmek ve düşündüklerimi cemiyete sunmaktır" diyen Cemil Meriç, hayatı boyunca bir arayış içinde olmuş ve araştırmalarını farklı medeniyetler, kültürler ve ideolojiler üzerinden sürdürmüştür. Gözünü dünyaya açtığında doğduğu şehir Hatay, 20. yüzyılın başında Fransız yönetimi altındaydı. Bu nedenle Fransızların idaresinde olan bir okulda okudu. Sosyalleşmesinin daha ilk aşamalarında Fransız kültürünün etkisi altında kaldı. Bu dönem hayatında o kadar belirleyici olmuştur ki, belki kaçmak istemesine rağmen çoğu zaman dünyaya Fransız dilinin ve kültürünün penceresinden bakmıştır. Fransızca, onun için hem bir geçim vasıtası hem de bir dünya görüşü olmuştur. Çünkü dayandığı ve başvurduğu kaynaklar çoğunlukla Fransızcadır. Fransız dışında, kendi açıklamasına göre İngilizceyi anlamakta, Arapçayı da sökmektedir. Elbette onun farklı dünyalara açılmasında, sahip olduğu bu dil bilgisi ve becerisi etkili olmuştur. Türkçeyi de dâhil edersek o dört dil bilen bir entellektüeldir.

Cemil Meriç'in hem Batı hem de Doğu medeniyetleri ve kültürleri üzerinde ısrarla durmasının nedenini, bu iki dünyaya ilişkin özgün kavrayışında aramak gerekir. Ona göre insan beyninin/zihninin yarısı Doğu, yarısı da Batı'dır. Üstelik "Işık Doğudan Gelir" (1984) ilkesi gereğince Doğu, asırlarca Batı'yı beslemiş ve şekillendirmiştir. Dolayısıyla bu iki dünyadan birini anlamak, kaçınılmaz bir şekilde diğerini de anlamayı gerektirir. Ama bu düşünce, o zamanki Türk aydınına ters ve yabancıdır. Türk aydını, Tanzimat'tan beri medeniyetin "Batı medeniyeti" olduğuna iman etmiş ve bu imanı zedeleyecek, her tür düşünce ve bilgi kaynaklarına kendini kapamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Türk aydının serüveni ile Cemil Meriç'in serüveni paralel yürümemiştir. O, ortalama Türk aydınından her zaman daha ilerde ve zamanına karşı daha mesafeli olmuştur. Belki onu, yüzlerce aydından daha popüler, ilginç ve aykırı kılan da bu noktadır.

Daha sonraki dönemlerde Doğu ve Batı üzerindeki çalışmalarını devam ettiren Meriç'in yavaş yavaş "kendimiz olarak Doğu-Batı ekseni"ne odaklandığını görüyoruz. Bu dönemde; "Bu Ülke" (1974), "Umrandan Uygarlığa" (1974), "Mağaradakiler" (1978), "Kırk Ambar" (1980), "Bir Facianın Hikâyesi" (1981), "Işık Doğudan Gelir" (1984) ve "Kültürden İrfana" (1986) adlı eserleriyle, kendisine karşı uygulanan gizli ambargoyu kırmış ve artık, her kesimden okuyucusuyla buluşmaya başlamıştır. Hiçbir ideolojinin sözcüsü olmadığı halde, onun eserlerine duyulan büyük ilgi açıklanmak zorundadır. Kanımca, ona dün de bugün de duyulan olağanüstü ilginin temelinde, onun "biz"e, yani "yerli olan"a yönelmiş olması ve dogmatik düşüncelerden uzak kalmış olması yatmaktadır. O, bir ideolog olsaydı, belirli bir çevrenin sempatisini kazanmış bir aydın olarak kalırdı. Eğer, bugün ona her kesimden insanlar ilgi gösteriyorlarsa bunun nedeni, ayakları yere basan bir Türk aydını olmasıdır. O, Doğu'yu da, Batı'yı da tanımaktadır; ama onun ayakları kendi toprağına basmaktadır. Mevlana'nın dile getirdiği aydın/insan tipini yakalamıştır: Bir ayağı kendi topraklarında, diğer ayağıyla dünyayı gezmektedir.

Umrandan Uygarlığa

Her milletin bir medeniyeti olduğu ve bu kavramın Batının tekelinde olmadığını Avrupalılar, müsteşriklerden (oryantalistlerden) öğrenmiştir. Fakat Batı uzun yıllar ve belki de bugün bile kendini beğenmişlik duygusu ve üstünlük iddiası içinde yaşamış ve yaşamaya da devam etmektedir. Almanlar, sivilizasyon kelimesi yerine, "kultur" kavramıyla konuşmayı tercih ederler. Bu kelimeyi Amerika'ya sokan adam, kültürel antropolojinin kurucu olan Tylor kültür ve medeniyeti, ilk kez geniş bir şekilde tanımlar: "İlimleri, inançları, sanatları, ahlakı, kanunları, adetleri ve insanın toplum hayatına kazandırdığı diğer kabiliyet ve alışkanlıkları kucaklayan girift bir bütündür." Amerikalılar, Almanların "kultur"una evrensel bir tanınmışlık sağlarlar, fakat sadece Fransızlar kendi kavramlarından (sivilizasyon) taviz vermeden 1930lara kadar bu nevzuhur kültüre itibar etmezler.

Tanzimat'tan itibaren lügatimize giren sivilizasyon kavramını, bizde ilk kez Reşit Paşa dolaşıma sokar. Birçok mefhum ve kurumu, Osmanlı cemiyetinin hayatına sokan Paşa, Paris'ten gönderdiği mektuplarda bu kavramı "terbiye-i nâs ve icray-ı nizâmat" (yani insanların terbiye edilmesi ve nizamların uygulanması) olarak tarif eder. Daha sonra dilimize şu meşhur kelimeyle girer: Medeniyet. Artık Osmanlıca da sivilizasyonun bir karşılığı vardır. Fakat bu kavramın anlamı ya da anlam sahası üzerine tartışmalar bitmez. Namık Kemal, medeniyeti; "asayişte kemâl" (asayiş: rahat, huzur, refah) diye takdim eder ve buna açıkça sahip çıkar.

Cemil Meriç'e göre medeniyeti ilmi çerçevesine oturtan tek yazar Cevdet Paşa'dır. Ona göre medeniyet toplulukların hayatında bir merhaledir. Önce devletler kurulur, insanlar düşman korkusundan kurtulurlar. Sonra beşeri ihtiyaçlarını karşılamaya ve insaniyet seviyelerini olgunlaştırmaya yönelirler. Yani medenileşirler. Demek ki, Paşa'ya göre medeniyet insanlığın gelişmesinde devletten sonra ikinci aşamadır. Medeniyet belirli bir milletin malı değildir, medeniyet milletler arasında el değiştirir. O, medeniyeti diyar diyar dolaşan bir geline benzetir.

Medeniyeti geliştiren faktörler, sadece asabiyet ve devlet gibi sosyal ve siyasal faktörler değildir. İktisat ve bunun da temeli olan coğrafya ve iklim de medeniyetin gelişmesinde diğer belirleyici unsurlardır. Toplumların ihtiyaçları çeşitli ve kademelidir. Temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra, özellikle yerleşik yaşama geçiş ve şehir hayatında ikincil ve üçüncül ihtiyaçlarda çoğalma görülür. Toplumsal talep, iktisadi hayatı canlandırır. İktisadi hayatın ve refahın artmasıyla estetik ve bedi zevkler gelişir. Medeniyet ve devletin yürüyüşü birbirine etki eder. İbn Haldun'a göre devletin gelişimi, kişilerin hayatına benzer. Nasıl kişiler doğar, büyür, gelişir, yaşlanır ve ölürlerse, devlet ve umran da aynı aşamalara ve yasalara tabidirler.

Cemil Meriç'e göre, eğer intelijansiya kendi kültürel kaynaklarından kopmasaydı, ne bugünkü kavram kargaşası ne de yabancı kelimeleri iktibas etmek ya da yeni kavramlar uydurmak gibi yollara başvuracaktı. Umrandan habersiz olan aydınlar, medeniyete de ısınamamıştır. Bu nedenle insanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendisine layık bir kelime bulmuştur: Uygarlık. Mazisiz, musikisiz bir hilkat garibesi. Durum aydınlar nezdinde bu iken, halk nezdinde daha da talihsizdir. Medeniyet ve uygarlık gibi kavramlar parlak müdafaalara rağmen halk tarafından benimsenmemiştir. Avrupa'dan gelen her mefhum gibi şüpheyle karşılanmıştır. Maşeri vicdanı dile getiren yazarlar onu, "garaz-ı nefsani" (Yenişehirli Avni) ya da "tek dişi kalmış canavar" (Mehmet Akif) olarak tarif etmişlerdir. Kısacası kelimenin halk şuurunda yaptığı çağrışım zenginlik, şımarıklık, düşman bir Avrupa, sefahat ve fuhşiyattan ibarettir.

Kültürden İrfana

Medeniyet (sivilizasyon) kavramı gibi kültür kavramı da Türk aydınlarını başından beri epeyce uğraştırmıştır. Cemil Meriç'e göre bu da en az diğeri kadar kaypak ve değişken bir kavramdır: Kültür yabancı bir kelime. Cazip, çünkü Avrupalı. Batı dillerini 18. asrın sonlarında fethetmiş. Her ülkede ayrı bir libasa bürünen uçarı, serazat bir mefhum. Amerikalı iki yazar 160 tarifini bulmuş; kimi tasvirî, kimi tarihî, kimi normatif, kimi psikolojik, kimi "yapısal", kimi jenetik vs.

Kültür kelimesi, bugün kullandığımız teknik ve antropolojik anlamıyla İngilizceye Tylor tarafından sokulmuştur. Bununla beraber İngiliz ve Amerikan sözlüklerine elli yıl sonra girebilmiştir. Demek ki bu sözcük sadece bizim için değil, geldiği coğrafyada da oldukça yeni bir kavramdır. Tylor, "medeniyet" kelimesinden hoşlanmıyordu. Bazı tereddütlerden sonra Almanca'dan kültür kelimesini almıştır. Kendisinden önce de bu kelimeyi kullananlar var, ama onunla antropoloji başta olmak üzere sosyal bilimler dünyasına girmiştir. Fransa'da güncel hayatta bir sıfat olarak (kültürel) kullanılsa da genel olarak yerleşmemiştir. Çünkü Fransızlar kendi sözcüklerine sadıklar ve medeniyet kavramını, kültürle de eşanlamlı olarak kullanıyorlar. Yani Almanca ve İngilizceden kelime almaya tenezzül etmiyor. Ya diğer ülkeler? Hollanda, İskandinavya ve Slav ülkeleri epeyden beri benimsemiş ve kullanıyorlar. İspanya, İtalya ve Amerika'da da öyle. Jan Huizinga, Fransa ve İngiltere'de hala direnişle karşılandığını söylüyor.

Amerikan sosyolojisinde kültür ve medeniyet kavramları birbirinden titizlikle ayırt edilmeye çalışılıyor. Aslında İngilizcede böyle bir ayrım yok, fakat Almanya'dan gelen kültür kavramı, medeniyetle tam örtüşmediğinden fark yaratmak gerekiyor. Almanca kültür, maddi şartlar manasınadır. İngilizcede ise kültür, hem fizik, hem moral, hem de spritüel olayları kucaklar. Almanca'dan kültürü İngilizceye çevirirken "maddi medeniyet" terimini kullanmalıyız. Çünkü İngilizce de kültür farklı bir kavramla (humanities) ifade edilmektedir. Üstelik kültür kelimesi, yabanî ve barbar kavimlerin sanatları anlamına gelmektedir. Medeniyetin ise böyle bir çağrışımı yoktur. Medeniyet, vahşilikten ve barbarlıktan daha yüksek bir aşamayı belirtir.

İngilizler kültürü "hümanist" bir bağlamda ve insanın kemali bulma aşkı olarak tanımlıyorlar. Matthew Arnold, 1869 yılında yayınladığı "Kültür ve Anarşi" adlı kitabında kültür topyekûn kemal peşinde koşmaktır, diyor. Peşinde koşulması gereken kemalin başlıca özellikleri ise güzellik, zekâ; başka bir deyişle sevimlilik ve ışıktır. Ondan sonra kültürün bu hümanistik kavranışını tekrarlayan ve başka kelimelerle ifade eden pek çok kişi çıkmıştır. Bu kavrayışın son temsilcilerinden biri T. S. Eliot'tur. Sosyal bilimler, edebiyat ve felsefe arasında köprüler kurarak kültüre şu anlamları verir: 1) Ferdin bilinçli olarak kendini yetiştirmesi ve sıradan insanlardan ayırt edip seçkin kılması; 2) Toplumdaki belirli zümrelerin inanış, düşünüş ve duyuş tarzları; 3) Topyekûn toplumun daha az şuurlu olan yaşayış tarzları. Demek ki kültür, bireysel, zümresel ve nihayet toplumsal düzeylerde yaşam tarzına işaret etmektedir. Bu hemen hemen Tylor'un antropolojik kültür tanımına denk düşmektedir.

Medeniyet ve kültür konusunda Batı dünyasında birçok tez ileri sürülmüştür. Cemil Meriç bunların belli başlılarını ele almıştır. Bunların başında Avrupalının ilmi ve siyasi narsizmine savaş açan ilk yazar Danilevsky gelmektedir. "Avrupa ve Rusya" (1871) adlı eserinde her toplumun bir medeniyeti, her medeniyetin de kendi özgü çağ anlayışı olduğunu savunur. Medeniyetler tek çizgi istikametinde gelişmezler. Kültürler doğar, gelişir ve ölürler. Medeniyet bu vetirenin son merhalesidir. Kültür binlerce yıl yaşayabilir. Medeniyetin ömrü ise altı yüz yılı aşmaz. Çöküş, her medeniyetin önüne geçilmez bir alınyazısıdır. Bunun sebeplerinden biri, medeniyet insanlığın değerlerinden birini veya birkaçını gerçekleştirir. Her değerin gelişme sınırı vardır. Medeniyet bu sınıra varınca görevini tamamlamış olur. Hiçbir medeniyet bütün alanlarda diğerlerinden daha ileri gittiğini iddia edemez. Medeniyetlerin çökmesi hemencecik olmaz, bu bir vetiredir. Her medeniyet çöküş sebeplerini içinde taşır.

Danilevsky, medeniyetlerin etkileşimi üzerinde de fikirler üretmiştir. Ona göre bir medeniyet başka bir medeniyeti tüm unsurlarıyla benimseyemez. Medeniyetler üç yoldan aktarılabilir: Kolonileştirme, aşılama ve faydalanma yoluyla. Koloniler edinme, egemen olan kültürün yayılmasına hizmet eder. Aşılama tehlikeli bir yöntemdir. Aşı her zaman tutmaz, tutsa da ana gövdeyi felce uğratır. Faydalanma, bir kültürün başka bir kültürden malzeme alması şeklindedir ve en faydalı yöntem budur.

Medeniyetin gelişimi hakkında Cemil Meriç'in aktardığı son kişi Toynbee'dir. 1934 yılında yayınlanan "Bir Tarih Araştırması" adlı eserinde medeniyetin doğuşunda etkili olan faktörün yaratıcı bir azınlık ve çok sert olmayan bir coğrafya olduğunu söyler. Çevre, topluma her zaman yeni sorular sorar, medeniyet bu sorulara cevap verdiği müddetçe yaşar. Medeniyetin gelişmesi ne fetihlerle ne de teknolojik zaferlerle olur. Medeniyet, bir toplumun kendi kendini belirlemesi, biçimlendirmesi ve değerlerinin manevileşmesidir. Kalabalık yaratıcı azınlığa tabidir ve onu izler. Medeniyet farklılaşma ve yeniden bütünleşme süreçlerinden geçer.

"Kültürden İrfana" adlı eserinin başında Cemil Meriç, kültürün bizim dünyamızdaki serencamı bağlamında şu soruyu sorar: Kültür mü İrfan mı? Ziya Gökalp, çağının Avrupası'nda aşırı bir itibar kazanmaya başlayan kültür kelimesiyle karşılaşınca, mefhumu nasıl ifade edebileceğini düşündü ve kelimenin kök anlamından (ekip-biçme) hareketle Asım'ın Firuz Abadi tercümesinde aradığı kelimeyi buldu: Hars. Bu bedbaht, bu musikisiz kelime İttihad ve Terakki'nin yarı resmi nazariyecisi tarafından ortaya atıldığı için zamane aydınlarının bütün itirazlarına rağmen uzun zaman yaşayacaktır.

Cemil Meriç, kültür kelimesindeki kaypaklığı gidermek için yine İbn Haldun'a başvurur ve şöyle der: İslam bu kesmekeşten asırlarca önce kurtulmuş. Medeniyet ve kültür aynı bütünün iki cephesi. Bütün, tek bir kelime ile ifade edilmiş: Umran. Bu kavrama düşülen dipnotta ise şu açıklamalar yer alıyor: Umran, amr kökünden gelir. Amr: bir yerlerde oturmak, biriyle düşüp kalkmak, toprağı işlemek, bir evi tanzim etmek, müreffeh hale getirmek vs. Demek ki umran çok zengin çağrışımları olan bir kelime: Yerine göre halk, nüfus, ahali, kültür, medeniyet.

Cemil Meriç, "şimdiye kadar kültürün hizmetindeydim", şimdi "eserlerimin kültür cildi tamamlandı"; "Bundan sonra "İrfan" cildi başlayacak ve kültürden çok irfanla uğraşmak istiyorum" diyerek kendisine yeni bir vizyon, yeni bir yol, yeni bir çalışma alanı belirlemiştir. Önce Batı, sonra da Doğu'ya; ama uzak Doğu'ya uzandıktan sonra kendimiz olarak Doğu'da kalmaya karar kılar. Bu sadece bir düşünce adamının değil, belki de yeni kuşak aydınların ve tüm Türkiye'nin de serüvenini dile getirmektedir.

Çağdaş Uygarlık Düzeyi Ve Türkiye'nin Medeniyet istihalesi

Cemil Meriç Batı uygarlığı konusunda şu hükmü verir: Batı "uygarlığı"… hasretini çektiğimiz o peri-suret, hakikatte kart bir Janus. Her iki çehresi de abus (asık, somurtkan K.C.), her iki çehresi de tehditkâr. Batı'nın iki yüzüyle kastettiği Kapitalizm ve Protestanlık'tır. Her ikisi de kendini bir kader olarak dayatıyor ve insanları eziyor.

Cemil Meriç, Türkiye'nin batılılaşma ya da çağdaşlaşma yoluyla medeniyet değiştirmesini "istihale" kavramıyla ifade etmektedir. Biçim değiştirme, başkalaşma, dönüşüm vs. anlamlara gelen bu kavram İbn Haldun'unun Mukaddimesi'nin temel kavramlarından sayılır. Fakat Cemil Meriç, bu kavramı nereden aldığını belirsiz bırakıyor. Bu konudaki görüşlerini şöyle açıklar: "Bir medeniyetin başka bir medeniyete istihale etmesi ham bir hayaldir. Bu hayali çok pahalıya ödedik. Batılılaşmanın, batmak olduğunu idrak ettiğimiz zaman iş işten geçmişti. Bir medeniyet başka bir medeniyetten ancak malzeme alır. Bu malzeme bütün insanlığın ortak malıdır. Her müessese her iklimde gelişmez. Hangi müesseselerin hani iklimlerde gelişeceği ancak uzun bir tefekkür ve sabırlı bir tetkik ile anlaşılır. Kendi tarihimizi, kendi ictimai bünyemizi bilmeden, tarihine yabancı olduğumuz, temellerine eğilmediğimiz, tezatlarından habersiz bulunduğumuz bir dünyanın siyasi müesseselerini aynen benimsemek hataların hatası idi."

Görüldüğü üzere, Cemil Meriç, medeniyetin aktarılması konusunda Danilevksy'nin "aşılama" dediği yönteme tümüyle karşıdır. Bir medeniyete başka bir medeniyeti aşılamak, tutsa da tutmasa da gövdeyi felce uğratır. Olsa olsa bir medeniyet diğerinden "faydalanma yoluyla", malzeme alır. İktibaslar, daha çok teknoloji ve ilim alanında geçerlidir. Ne kolonileştirme ne de aşılama (yani istihale) isabetli bir yol değildir.

Medeniyetlerle etkileşim ve Osmanlı'nın Batılılaşması konusunda Cemil Meriç, İbn Haldun'unun hemşerisi ve onun çizgisinde yürüyen Tunuslu Hayrettin Paşa'ya başvurur. Dilimize "En Emin Yol" olarak çevrilen eserin sahibi hakkında kıyaslamalı olarak şunları söyler: Biri cihanşumul bir zeka, İslam irfanının son muhteşem fecri. Öteki geniş ufuklu bir devlet adamı, içtimai ehramın en alt basamağından zirvelere tırmanmış. İkisi de mağlup ve muzdarip, ikisi de yalnız. İkisinin de meşhur olan: Mukaddime'leri. İbn Haldun tarihle pençeleşen bir dev. Hayrettin, tarihin ifşalarına kulak kabartan bir dinleyici. Benzeyen tarafları: Ciddiyet, samimiyet, tecrübe.

Cemil Meriç'te Medeniyet Telâkkisi

Meric'in medeniyet telakkisinde onu şekillendiren şey, Batı(lı) kuşat-masından sıyrılıp Müslüman-Türk sentezini özümsemiş olmasıdır. Aslında onun Doğu'yu keşfetmesini sağlayan şey, Hint edebiyatına merakı idi. Bu onun Batı kültürünün Doğu kültürüne nazaran ne kadar sığ olduğunu keşfetmesine ve onda Batı'ya benzememek üzere derin bir hassasiyet uyanmasına sebep olmuştur. Nitekim 'millîlik' ve 'yer-lilik' değerleri Cemil Meriç'te temel prensipler arasındadır. Bu konuda Meriç Mağaradakiler (2012b: 39) adlı yapıtında "Emperyalizmler, tuzağa düşürmek istedikleri ülkeleri kültürleriyle fethetmez, kültürsüzleştirerek kültürsüzlüklerine inandırarak yok eder." demektedir. Meriç, Batı tarzı emperyalist düşüncelerin Doğu kültürlerini tesiri altına aldığı düşüncesi yerine; Batı emperyalizminin Doğu kültürlerini tümden kültürsüzleştirerek yok ettiğini belirtir. Bu noktada Meriç, bir yol haritası ve belki de iyileştirme reçetesi olarak; Batı kültürünün tümden reddini değil; Baü düşünceleri dâhil bütün düşüncelerin ılımlı ve tedrici bir şekilde, yerlileştirilerek ve millîleştirilerek özümsenmesi gerektiğini söyler. Bu bağlamda Meric'e göre "Hakikatte hiçbir düşünce düşman değildir, her düşünce, kanımıza karıştırılmak, millîleştirilmek şartıyla doğrudur."

Ayrıca Türkler, Batı'yi anlamak için Batı'nm bütün düşünce âlemini anlamak, sonra da kendi dünyasına dönmek durumundadır. Bu bağlamda Avrupa'da üç dünya görüşü vardır (Meriç, 1999: 290): 1) Hris-tiyanlık, 2) Kapitalizm, 3) Sosyalizm. Bu üç dünya görüşü arasında Sosyalizm ve Marksizmin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Batı, tarihi Batı insanlarının üstünlüğünü ispat etmek için yazar. Bütün sosyoloji bir mystification'dan ibarettir. Marksizmi bilirsek, ayıklarsak bizim için hiçbir tehlikesi yoktur. Ancak, ona göre (1999: 293) Türkler, Marks'ı anlamayı ya ahmakça reddetmiştir yahut bir ahir zaman peygamberi olarak kabul etmiştir. Oysa Marks'ın metodolojisi, aslında İslam'ın metodolojisidir. Ancak iman, mutlaktır ve ezelîdir. Bu açıdan Meric'in medeniyet telâkkisinde millî bir özgüven vardır. Onun Türk sosyo-lojisi ve medeniyet anlayışı, medeniyetler arası etkileşime ilişkin her türlü müdahaleyi izole bir sakınmacılıkla reddetmemeyi değil; dokuda uyum gerektiren bir bünye gibi, verilen alınan şeylerin yerli olması veya yerlileştirilmesini gerektirir. Zira "Bir İslam'ın Marks'tan korkacak hiçbir tarafı yoktur. Gafletini telafi etmenin yolu, onları bilmektir. Onlarla diyalog kurmaktır" (Meriç, 1999: 293-294).

Ancak Meriç, "zavallı Türk aydını" diyerek resmettiği kesimin bunu yapmaktan aciz olduğunu ifade eder. Ona göre (2014a: 9), "[Zavallı] Türk aydını, Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır, sonra unutur hazineleri olduğunu... Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev, papağanlaşır." Böylece Meriç, köklü mazimizde, hak ettiği yerini bulamamış manevî ve kültürel değerlerimizin Batı değerlerine duyulan hayranlığa kurban edildiğini belirterek Doğu'nun ideolojik sınıflandırmalara gönüllülüğünü şöyle eleştirir (Meriç, 2015a: 98): "İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, 'Ben Avrupalıyım' demeye başladı, Asya bir cüzzamlılar diyarıdır. Avrupalı dostları! Acıyarak baktılar ihtiyara ve kulağına: 'Hayır delikanlı.' diye fısıldadılar, 'Sen bir az gelişmişsin...'". Burada Meriç, Batı'nın Doğu'ya biçtiği kalıbın, Doğu'yu haddini bilmek üzere sanrılara sevk ettiğini belirtmektedir. Bu, ideolojik bir yaftalamadır. Keza gelişme bir süreçtir ve Batı yaptığı sınıflandırmayla Doğu'yu, bu süreci (henüz) gerçekleştirememiş bir varlık olarak işaretlemektedir. Bunun en önemli sebeplerinden biri, her şeyden önce Doğu'nun kendine yabancı olmasıdır: Bu Ülke adlı yapıtında (2015a: 108) Tolstoy'un 'Avrupa'yı kendimizden çok daha iyi tanıyoruz.' serzenişine gönderme yaparak "Biz ne kendimizi tanıyoruz, ne Avrupa'yı. Tarihimiz mührü sökülmemiş bir hazine. Sosyologlarımız, bir Kızılderili köyünü keşfe gider gibi, alan çalışmalarına koyuluyorlar. Avrupa'yı Avrupa'nın istediği kadar tanıyoruz." demektedir.

Başka bir açıdan Meriç, özüne yabancılığın önemli bir faktörü olarak harf inkılâbını görür. Dil, ona göre kendi seyrini takip eder. Tasfiyeyi devlet değil, zaman yapar. Nasıl, Batı medeniyeti kendisini Latince-ye bağlamışsa Doğu medeniyeti de kendisini Arapça-Farsça-Türkçe-Hintçe gibi tercihlerden yola çıkarak kavramlara hayat veren bir dile bağlamalıydı. Oysa "Harf inkılâbı, altı yüz yılı rafa kaldırdı. Ve tarihsiz bir memleket, ibda etti. (...) Yeni harfler geleneğin, irfan geleneğinin sırtına indirilen bir baltaydı" (2015c: 301). Harf inkılâbı kütüphanelerimizi tuğla yığınına çevirmiş, irfanımızı düne bağlayan köprüleri uçurmuş, kütüphanelerimizi dilsizleştirmiştir (Mağaradakiler, 2015: 266). Zira kamus, bir milletin hafızasıdır (2015a: 88).

Cemil Meriç, öncelikle Batı'ya değil, gözleri, yürekleri ve vicdanları kör eden Batılılaşma ideolojisine karşıdır. Batı benim anti-tezimdir diyen Meric'e göre, Batı'nın bir üstünlüğü olduğu doğrudur. Ancak o da tekniktedir. Meriç, Avrupa'nın sağladığı bu hâkimiyetin sebebini ise; "Batı olayı" adını verdiği, bir mucize ile açıklar. O da "Asya'nın çöküşü diye bir meselenin olmadığı, Avrupa'nın uyanışı"nın söz konusu olduğu şeklindedir. Böylece Doğu medeniyetinin sorunu, rekabet odaklı bir idrak, aydınlanma ve ışığa kavuşma sorunudur. Zaten Meric'e göre, "Batı olayı" birden bire ortaya çıkmasa, Asya devletleri daha asırlarca siyasi hayatlarını sürdürürdü.

Bundan sonrasını bir medeniyet çatışması olarak ele alan Meriç; Doğu-Batı dikotomisini medeniyet-umran, kültür-irfan gibi değerler üzerinden resmeder. Ona göre (2014a: 147) ümran geniş manasıyla medeniyet, bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimaî ve dinî düzen, adetler ve inançlardır. Ona göre (2014a: 109) medeniyet, kendine has değerleri gerçekleştirerek insanlığın ortak hazinesini zenginleştirir ve bunu üç yoldan aktarabilir: a) kolonileşme yoluyla, b) aşılayarak ve c) faydalanma yoluyla. Bir kültür kendi değerini inşa ederken başka bir kültürden malzeme alır. Bu türlü 'iktibas'lar daha çok ilim ve teknoloji alanında geçerlidir. Yabancı bir medeniyetten dinî, felsefî, içtimaî, ahlakî unsurlar alınabilir; ama sadece besleyici malzeme olarak. Hint böyle yapmıştır. Burada anlaşıldığı üzere Meriç, bir medeniyetin başka bir medeniyetle etkileşiminde, kolonileşme ve aşılama yoluna nispeten; faydalanma yolunu daha fazla savunmakta ve idealleştirmektedir. Çünkü ona göre faydalanma, bir kültürün kendi değerini inşa ederken başka bir kültürden etkilenmesidir. Daha çok ilim ve teknoloji yoluyla olan bu iktibaslar, besleyici bir faktör olarak manevî değerlerle de olabilirler.

Türk Medeniyeti İle Batı Medeniyeti Etkileşimi

Meriç (1999: 270) Sosyoloji Notları adlı eserinde Türk medeniyeti ile Batı medeniyeti arasındaki etkileşimi şöyle tanımlamaktadır:

Batı olayı, üç yüzyıl kuluçka hayatı yaşadıktan sonra, XIX. asırda patlayıverdi. Bu olayın temelinde rasyonalizm ve ilim vardı: XVII. asırda kekeleyen, XVIII'de konuşmaya başlayan, XIX'da haykıran ilim. Ama kimseyi şaşırtmadı bu ihtişamlı tulü, bekleniyordu sanki. Yine de izaha çalışan aydınlar çıktı; kimi ırkların üstünlüğü dedi, kimi Yunan ve Latin medeniyetlerinin uzantısı. Hıristiyanlık'm etkisi, diyenler de oldu, kavimlerin ilerleme kabiliyeti, diyenler de. Hiçbiri tatminkâr değildi bu izahların. Başkalarına göre, bütün muvazeneleri altüst eden bu zuhur, Avrupa'nın uyanışı olarak değil, dünyanın diğer kısımlarının -bilhassa Avrupa dışındaki en büyük imparatorlukları kurmuş olan Asya'nın- inhitatı olarak vasıflandırılmalıydı. Fernand Grenard, "Asya'nın Çöküşü" adlı kitabında, şa'şaaları XVIII. asırda hâlâ devam eden büyük Asya İmparatorluklarından söz eder: Mançular Çin'i, Safevî-ler İran'ı, Büyük Moğol'un Hind'i, Osmanlı Türkiye'si... Bir zamanlar dünyaya dehşet saçan ve düne kadar güçlü olan bu ülkeler nasıl oldu da birdenbire siliniverdi diye şaşar. Bu çöküşü iç sebeplerle izaha çalışır. Bizce yanlış. Asya'nın çöküşü diye bir mesele yok. Avrupa'nın uyanışı diye bir harika var: Batı olayı, Güneş ufukta belirince yıldızlar söndü, o kadar. Asya imparatorluklarının izmihlali yönetici sınıfların ve hanedanların yozlaşması gibi sebeplere bağlanamaz. Batı olayı birdenbire ortaya çıkmasa, Asya devletleri daha asırlarca siyasî hayatlarını sürdürür; Asya, inhitatının farkına bile varmazdı (Meriç, 1981: 29-30, 2014b: 120).

Cemil Meric'in kendi deyimiyle.

 "Batılaşmak bize ne kazandırıyor. Şahsiyetsizlik, erimek, yok olmak. Benimsediğimiz bir idam hükmüdür. Avrupalılar için Doğululaşmak diye bir şey tasavvur edebilir misiniz? Düşüncede, teknikte, tıpta, ilimde, asırlarca ileride olduğumuz halde... Medeniyetler irreductible'dir (birbirlerine indirgenemezler). Batı benim anti-tezimdir. Ben, Batı'yi yok etmek için, temessül etmek için asırlarca savaşmışım. Benî âdem âzâ-yı yek digerent (insan, insana muhtaçtır). Tamam, fakat o bana saygı gösterdikçe... Medeniyetler temessül edilemez. Belli bir seviyeye gelen insan için insanlık bir bütündür. Eğer, millet çapında düşüneceksek, millet vardır, Osmanlı kültürü vardır, biz varız. Baü'nın teknik üstünlüğü vardır, o kadar..."

Bu Ülke adlı yapıtında da Meriç, bir aşağılık duygusu içinde Batı'ya teslimiyetin, bir Kabil kompleksi olduğunu düşünmekte ve şöyle ifade etmektedir (2015a: 97, 99): "Her dudakta aynı rezil şikâyet: Yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye'nin insanından şikâyetçi. İnsanından yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını 'yaşanmaz'laştıranlar-dır..." Ona göre bu, kendi derisinden çıkmak, kendi mukaddeslerini inkâr etmek ve peşin peşin köleliğe razı olmak değil de nedir? Oysa biz, apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin. Bu ifadelerle Meriç, Türk aydınının kendi mukaddes ve manevi değerlerini beğenmemesini ya da daha ılımlı bir ifadeyle tanımamasını Avrupa'nın değersizliğine adanmış müstağriplik olarak görür. Ona göre (2015a: 2013), "Biz, Tanzimat'tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete...".

Böylece onun fikriyatında odak noktası ve temel sorunlardan biri, bir Doğu kavramı olan medeniyettir. Meric'e göre (2014c: 64) "Kültür, insanoğlunun fizik dünyaya, fizik çevreye söz geçirmek için sahip olduğu kolektif araçlar bütünüdür. Başka bir deyişle ilim, teknik ve uygulamalarıdır. Medeniyet ise... insanın kendini inzibat altına alması, fikirce, ahlakça, ruhça yükselmesi için lüzumlu olan kolektif araçların tümü, güzel sanatlar, felsefe, din ve hukuk gibi..." Meriç için medeni-yet-umran, kültür-irfan arasındaki fark; aynı zamanda Batı ve Doğu medeniyetleri arasındaki farkın kavramsallaştırılmış halidir:

"İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelimedir. İrfan insanoğlunun has bahçesidir. Ayırmaz, birleştirir. Bu bahçede kinler susar, duvarlar yıkılır, anlaşmazlıklar sona erer. İrfan kendini tanımakla başlar. Kendini tanımak, önyargıların ve yalanların köleliğinden kurtulmaktır. Tecessüsü madde dünyasına çivilemeyen, zekâyı zirvelere kanatlandıran, uzun ve çileli bir nefis terbiyesi, irfan. Kemale açılan kapı, amelle taçlanan ilim. İrfan bir Tanrı vergisi, cehitle gelişen bir mevhibe. Kültür ise, irfana göre, katı, fakir ve tek buutludur. İrfan insanı insan yapan vasıfların bütünü. Yani hem ilim, hem iman, hem edeb. Kültür, homo-ekonomikusun kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir şal. Batı kültürün vatanıdır, Doğu, irfanın..." (Meriç, 2014c: 33).

Cemil Meriç'te medeniyet telâkkisinin en önemli yansımalarından biri irfan-kültür ayrımından tezahür etmektedir. İrfan; birleştirici, zekâyı yücelten ve yükselten, cehitle gelişen bir mevhibe, kemale açılan kapı, amelle taçlanan hem ilim, hem iman, hem de edebdir. Ve en önemlisi Doğu'ya dairdir. Oysa kültür; katı, fakir, tek boyutlu ve materyalist Batı'nm kanlı geçmişini örten bir perdedir. Batı'ya aittir ve Batı'nın düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerden biridir (2014c: 31): "Kaypak, karanlık, samimiyetsiz". Bu konuda Sosyoloji Notları adlı yapıtında, Meriç (1999: 73), "Doğu; gönlün, aşkın, hayalin vatanıdır. Batı; aklın, tekniğin, realitenin vatanıdır." der. Bu ayırım ve kavramsallaştırma Meric'in medeniyet anlayışı ve yorumumun net bir yansımasıdır.

Meriç, Batı'ya karşı Doğu irfanını savunurken, İslamiyet'i ve zamanın en iyi temsilcisi olarak gördüğü Osmanlı'yı bir bütün olarak savunur. Zira Meric'e göre "Türk insanı büyük bir medeniyetin varisidir." (2014c: 476) ve "Bütün Kur'anları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslâm: Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın..." (2014a: 9). Böylece, Hristiyan dünyasının İslamiyet'e bakışı düşmanca olmuştur hep. "Avrupalının ilmi ve cihanşümul tecessüsü, İslamiyet'in sınırında durur. Haçlılardan bu yana Avrupa'nın amacı, İslamiyet'i tanımak değil İslamiyet'i yıkmaktır" (Meriç, 2014b: 184). Dolayısıyla Batı'nın ötekisi olarak bizler; bir ırk, mezhep veya ideolojik kesimi değil; bir bütün olarak İslamiyet'i temsil etmekteyiz. Bizi millet yapan en önemli vahdet, İslam'dır. Zira Jurnal-2 adlı eserinde, şöyle söylemektedir (2015d: 157): "Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslamiyet olmuştur. Biyolojik değil, moral bir vahdet. Yani vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi..." Böylece Batı açısından İslamiyet ve temsilcilerinden biri olarak Türkler, Batı'nın tanımak için değil, yıkmak için "ötekisi"dir.

 Sonuç

Neredeyse çocuk yaşta başlayan hızlı bir ideolojik yoluculuk, dindarlıktan (en azından kendi ifadesiyle) milliyetçiliğe, oradan sosyalizme ve sonunda da bütün bu ara durakların meze edildiği bir a'rafta nihayet bulmuştur. Bu a'raf, onun Osmanlılığına (Türk ve İslam) ve bir o kadar da Avrupalılığına (Marksistliğine), bunların birlikte varoluşuna işaret eder. Bu çok unsurlu, çok katmanlı kimlik, çoğu zaman çelişik olsa da onun için vazgeçilmezdir (Çağan, 2011: 2). Bu durumu kendine dair trajik bir gerçek olarak nitelendiren Meriç (2015a: 57, 2015c: 362): "Benim trajedim şu: Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla Büyük Doğu kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön'e yakınım... Bu bir kopuş, bir parçalanış. Başka bir trajedi de şu: Yabancı dil bilenler Türkçe okumuyor, ben yabancı dil bilmeyenlere hitap edemiyorum, daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler, kendi dillerini de bilmiyorlar..." demektedir. Kendisini akademik, edebî, sosyolojik hatta politik alanda anlamaya yönelik çok sayıda eser olmasına rağmen; herkesin üzerinde anlaştığı bir Cemil Meriç yoktur. Bu minvalde kendisinin ne yaptığını yorumlamaya çalışan çok sayıda kaynağın yanında kendisi de ne yapmak istediğini şöyle ifade etmiştir. "Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim.”

Bu çalışmanın perspektifi açısından Cemil Meriç, yerleşik kanaatlerden uzak, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkamasa da bir çağın-ülkenin idrakine vurulan zincirleri kırmaya ve muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlamaya çalışan bir mütefekkir ve mütecessis fikir adamıdır. Türk düşünce hayatında onun medeniyet telâkkisine dair medeniyet-kültür, umran-irfan kavramlaştırmaları ve bir öteki olarak Batı'ya ilişkin düşüncelerine dair birçok eleştiri de vardır. Ancak Doğu-Batı medeniyet çatışmasında, Doğu medeniyetinin ön saflarında, bir fikriyat savaşçısı olarak çarpışan Cemil Meriç; zihnî ve düşünme biçimiyle Batılı, gönlü ve ruhuyla yerli ve millîdir. Onu nevi şahsına münhasır kılan, Osmanlının henüz bittiği bir dönemde tarihine sahip çıkma cesareti göstermesi; tüm olumsuzlukları tarihine, millî ve manevî değerlerine yükleme hafifliğine kapılmamasıdır. Ancak o, kökten gelenekçi olmadığı gibi, 'melez üstün'ü bulma kurnazcılığını güden sentezci de değildir. Maziyi ayıklayarak muhafaza etmenin, yeniyi seçerek kabul etmenin taraftarıdır. Bunu yaparken hiçbir yere ait de değildir. Bu, Cemil Meric'in bir 'izm' içine sıkıştırılamayacağı gerçeğidir. O hiçbir yere ait değildir. Buna kalkışmak, her şeyden önce, "izm"leri "idrakimize giydirilen deli gömlekleri" olarak nitelendirene haksızlık olur. O sınırlı/kısıtlı düşünsel alanlarda "izm"lerle değil, zamansız ve uzamsız yerlilikte ve millîlikte kendini aramıştır. Çünkü ona göre ağaç, kökü ile yaşar. İnsan da öyle... (2015c: 298). Böylece "Her medeniyet, çöküş sebebini kendi içinde taşır" (2014a: 110).

KAYNAKLAR

AÇIKGÖZ, Halil (1993). Cemil Meriç ile Sohbetler, İstanbul: Seyran Yayınları.

ARMAĞAN, Mustafa (2000). "Cemil Meric'i Anlamak İçin Bir Ön Deneme",

Doğu Batı Dergisi (Türk Düşünce Serüveni: Araftakiler), 11:143-155.

ÇAĞAN, Kenan (2011). "Cemil Meric'in Osmanlı ve Cumhuriyet Üzerine Düşünceleri", Sosyal Bilimler Dergisi, XIII(2): 1-14.

CEĞİN, Güney (2006). "Milletlerarasılık Odağında Cemil Meriç'te Doğu-Batı Sorununa Kısa Bir Bakış", Cemil Meriç, (Ed. Murat Yılmaz), Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

ERGİL, Doğu (1986). "Muhafazakâr Düşüncenin Temelleri, Muhafazakârlık ve Yeni Muhafazakârlık", Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 41(1): 269-292.

HEYWOOD, Andrew (2013). Siyasi İdeolojiler, Ankara: Adres Yayınları.

https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_Do%C4%9Fu, E. Ta-rihi, 29.04.2016

https://tr.wikipedia.org/wiki/Y%C3%B6n_(dergi), E. Tarihi: 01.04.2016 MERİÇ, Cemil (1981). Bir Facianın Hikâyesi, Ankara: Ümran Yayınları.

MERİÇ, Cemil (1999). Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, İstanbul: İletişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2014a). Ümrandan Uygarlığa, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstanbul: İletişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2014c). Kültürden İrfana, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstanbul: İletişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2015a). Bu Ülke, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstanbul: İletişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2015b). Mağaradakiler, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstanbul: İletişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2015c). Jurnal 1, (Yay. Haz. Mahmut AH Meriç), İstanbul: İletişim Yayınları.

MERİÇ, Cemil (2015d). Jurnal 2, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), İstanbul: İletişim Yayınları.

MERİÇ, Ümit (2004). Babam Cemil Meriç, İstanbul: İletişim Yayınları. ÖZİPEK, Bekir Berat (2007). "Muhafazakârlık Nedir", Köprü Dergisi, 97. YILMAZ, Murat (2014). Cemil Meriç, Ankara: Hatay Valiliği.